Görüş

TÜRKİYE: Ekonomik Kıskaç - Jeopolitik Sarkaç

İktisadi zorluklar jeopolitik çıkar tanımlamasını belirli ölçüde etkiliyor

15/02/2024 | Volkan Özdemir

TÜRKİYE: Ekonomik Kıskaç - Jeopolitik Sarkaç - ATASAM

Son aylarda Türk dış politikasında Batı ile yeniden yakınlaşma rüzgarları esiyor. Bu bahar havasının kalıcı olup olmayacağı belirsizliğini korurken, sözkonusu yakınlaşmayı doğru değerlendirmek için temel nedeni iyi kavramak gerekiyor. İktisadi zorluklar içerisinde debelenen bir ülkenin jeopolitik çıkar tanımlamasını ne denli sağlıklı yapabileceği sorusu tüm tartışmaların odağında yer alıyor.

Tartışmayı anlamlı kılmak için öncelikle 1 trilyon doları aşkın büyüklüğe sahip Türkiye ekonomisin genel görünümüne bakmakta fayda var. Makroiktisadi göstergeler incelendiğinde, öncelikle Türkiye GSYH’sinin yarıdan fazlası büyüklüğündeki dış ticaret hacmi ve uluslararası sermaye akımlarına tanınan serbestlik dikkat çekiyor. Bu da doğal olarak ülkeyi dış iktisadi etkilere fazlasıyla açık hale getiriyor. Üstelik bu etkiyi daha çetrefil hale sokan başka veriler de bulunuyor: Türkiye’nin geçen yıl kabaca 105 milyar dolar dış ticaret açığı, 45 milyar dolar da cari açık verdiği görülüyor. Yapısal hale gelen bu açığın, yıllarca artan oranda dış borçlanma yoluyla kapatıldığı biliniyor. Merkez Bankası net rezervleri ekside olan ülkenin, kısa vadeli dış borç stoğunun 2023 sonu itibariyle 225 milyar dolara ulaşmış olduğunu belirtmek gerekiyor. Dahası, ihracatın büyük kısmı Avrupa ile Kuzey Amerika ülkelerine yapılırken, dış borçlar önemli ölçüde Batılı finans merkezlerinden temin ediliyor.

Öte yandan, Türkiye ekonomisinin içeride de aşırı derecede dolarlaştığı ve neredeyse çift para birimli hale geldiği gözlemleniyor. Dünyadaki eğilimlerin aksine bu durumu tersine çevirmek gibi bir çaba olmadığı ve son yıllarda yüksek oranda değer kaybeden Türk lirasına güvenin sarsıldığını not etmek adil gözüküyor. Ayrıca, üç yıl önce uygulanan sert faiz indirimleri neticesinde enflasyonun patladığını ve halkın ciddi bir iktisadi sıkıntı içinde olduğunu eklemek gerekiyor.

Tüm bu şartlar altında ekonominin akut bir ödemeler dengesi sorunuyla karşılaştığı ve topyekûn bir krizin yaşanabileceği endişesi Ankara’daki karar vericilerin önünde bir gerçeklik olarak duruyor. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidarın devamı için kritik olan 2023 seçimlerini atlatana kadar seçim ekonomisi uyguladığı ve seçimlerden hemen sonra ekonomi yönetimini değiştirdiği biliniyor. Adeta bambaşka iki farklı iktisadi politikanın icra edildiği ve ekonominin Batılı finans kapital merkezleriyle yakın ilişkileri olan Mehmet Şimşek’e teslim edildiği görülüyor. Ancak seçimlere kadar baskılanarak 18 bandında tutulan doların, seçimlerden sonra TL karşısında rekor hızla yükselerek 30’ları bulması ve temel göstergelerin iyileşmemesi işlerin pek de yolunda gitmediğini gösteriyor.

Tüm bunlarla birlikte, bu sene bir başka seçim döngüsü daha gündemde yer alıyor: 31 Mart 2024’te yapılacak mahalli seçimler ve bilhassa İstanbul’u kazanmanın Erdoğan için çok önemli olduğu anlaşılıyor. Sonrasında gelebilecek Anayasa değişikliği de düşünülürse bu yılın iktidar için ‘sorunsuz’ geçilmesi amaçlanıyor. Yukarıda bahsedilen ve yanlış politikalar neticesinde büyüyen devasa iktisadi sorunlar ve Ankara’nın siyasi öncelikleri arasındaki bağlantı ‘sorunsuz’ ifadesinin altını dolduruyor. İktidar siyasal düzenin devamı için ekonominin anahtarını, dünyada modası geçen ve Türkiye’de de başarısızlığı kanıtlanan neoliberal ekonomi anlayışına terk etmiş gözüküyor.

Batı ile bu kadar bağımlı bir ekonomik ilişki içinde olan ve bu bağımlılığı kırmak adına retorik haricinde pek bir şey yapmayan Ankara için Batı ile siyasi ilişkiler tam da bu noktada devreye giriyor. Batı ile yaşanacak herhangi ilave bir problemin 2024 planlarını bozmaması için Hükümet, dış politika tercihini yeniden değerlendiriyor. Bu yeniden değerlendirme paketi şimdilik; Yunanistan ile Ege’de uğraşmamak, Akdeniz’de enerji aramalarında frene basmak, AB ile yumuşamak, ABD’den astronomik fiyatla F-16 almaya çalışmak ve İsveç’in NATO üyeliğini somut kazanımsız onaylamak gibi ödünleri içeriyor. Bunların ötesinde, ABD’den gelen Türk jeopolitiğini derinden sarsacak Montrö’nün delinmesi, sıcak çatışmalarda taraf olunması ve Suriye’deki PYD/PKK varlığının resmen kabul edilmesi gibi baskılar masada duruyor. Burada iktisadi krizler ne kadar zorlayıcı olursa olsun, Türkiye’nin temel güvenlik kaygılarından vazgeçmesinin kolay olmayacağını hatırlatmak gerekiyor.

Hal böyleyken gidişatın bundan sonra nasıl şekilleneceği sorusu akıllara geliyor. Üç ihtimal gözüküyor: Paketin kapsamı ya genişleyecek ya daralacak ya da durum kalıcı tercihler yerine belirli bir süre bu şekilde ‘idare edilecek’. İbrenin hangi tarafa doğru kayacağını ise 31 Mart seçimlerinden sonraki gelişmeler tayin edecek. Bunda da temel olarak iki dinamik belirleyici olacak: Birincisi Türkiye siyasetinde yaşanacak değişimler, ikincisi Kasım ayında yapılacak ABD seçimlerinin akıbeti. Yerel seçim sonuçlarına göre, iç siyasette kartlar yeniden karılıp yeni Anayasa tartışmaları alevlenebilir. Dış politikada ise Kasım ayına kadar ‘idare etme’ seçeneğinin baskın olacağı ve herhangi bir manevranın kalıcı olmayacağı düşünülebilir. Nitekim Trump’ın seçilme olasılığının dünya siyasetinde olduğu gibi Türkiye üzerinde de kaydadeğer yansımaları olacaktır.

Tüm bu yazılanların ötesinde, Türkiye için Batı ile Doğu arasında etkin tarafsızlık şeklinde savunduğumuz bağımsız dış politika için iktisaden güçlü olunması gerektiği anlaşılmalıdır.  Ancak Ankara yanlış ekonomi politikalarıyla hem geleceğini heba etmekte hem de çok kutuplu uluslararası sistemin nimetlerinden yeterince yararlanamamaktadır. ‘Ekonomik Kıskaç-Jeopolitik Sarkaç’ olarak tarif ettiğimiz bu durum Türkiye için kader olmaktan çıkarılmalıdır. Her koşulda, Türkiye’yi 31 Mart sonrası yeni kur atakları ve siyasi çalkantıların da yaşanabileceği sıkıntılı bir dönemin beklediği açıktır.