Donald Trump’ın başkanlık yeminini ettikten sonraki ilk vaadi, “tüm savaşları bitireceğim” sözü olmuştu. Gerçekten de Trump, ikinci dönemine güçlü bir kadro ve taban ile başladı ve ilk işi Moskova’yı aramak oldu. Trump-Putin görüşmesi önce telefonla başladı, ardından heyetler Riyad’da buluştu ve Ukrayna savaşının bitmesi için ilk adımlar atıldı.
Esasen, Suriye’de 8 Aralık’ta “bir anda” çöken Esad rejimi ile de bu sürecin bir ilgisi mutlaka vardı. Trump için İsrail bir kırmızı çizgi gibi görünüyordu ve Rusya eski müttefiki olan Beşar Esad’ı Moskova’ya götürerek yeni ABD Başkanı ve Netanyahu’ya istediğini vermiş oldu. Bunun karşılığı elbette Ukrayna’da gelmeliydi. Trump da AB ve İngiltere’ye, “Bu savaşı sürdürmekten vazgeçin, ben bu işte artık yokum” diyerek adeta şok yaşattı.
Trump’ın sağ kolu iş adamı ve danışmanı Elon Musk da Avrupa’daki küreselci yapıya karşı milliyetçileri desteklemek üzere bayrak açtı. Atlantik ittifakı artık parçalanma aşamasına gelmişti. Trump için bir istisna ise her zaman İsrail idi. Konu İsrail olduğunda, ABD, İngiltere ve AB (hatta düşük profille de olsa Rusya) her daim bir araya gelebiliyordu. Ancak Donald Trump’ın ilk başta verdiği dünya barışı sözü ile sonrasında Filistin ve İran’a karşı kullandığı düşmanca dil bariz bir çelişki olarak ortadaydı.
Kimi diplomatik gözlemciler, aslında her şeyin göründüğü gibi olmadığını, Trump’ın Netanyahu’nun sürekli savaş baskısından kurtulmak istediğini ileri sürüyorlar. Bunun için de henüz göreve gelmeden Gazze’de sağlanan ateşkesi ve İran ile yıkıcı bir savaş yerine anlaşmadan yana olmasını gösteriyorlar. Kanımca çok da haksız sayılmazlar.
ABD ile ilişkileri düzelmeye başlayan Rusya’nın İran – ABD arasında arabuluculuk yaptığı bir sır değil. Trump ve temsil ettiği “Önce Amerika” fikri kategorik olarak ABD ve Batı’daki küreselci yapıdan ayrılıyor. Biden dönemi ABD’nin (Davos’ta ve derin devlet aygıtlarında temsil edilen) küreselci sistemle tam bir uyum içinde olduğu dönemdi. Küreselciler, İsrail’deki Netanyahu ve dinci (eskatolojik) faşist koalisyonundan ziyade laik İsrail devleti yanlısı Eşkenaz yapı ile daha uyumluydu. Netanyahu’nun acımasız icraatçı Siyonist fikirleri ile zaman zaman çatışma halindeydiler. Özellikle de son dönemde, Netanyahu aleyhinde açılan yolsuzluk davaları ile boğuşurken bu yapıyı düşman olarak tanımlıyordu. Hatta 7 Ekim 2023’teki sürpriz Hamas saldırısının dahi bilgisi dahilinde olduğu ve bunu koltuğunu kurtarmak ve büyük İsrail projesi için bir kaldıraç olarak kullandığı sağlam kanıtlarla ileri sürülmüştü.
Netanyahu, tam yolsuzluk suçlarından mahkemeye çıkacağı günün arifesinde Gazze ve Lübnan’daki ateşkesi tek taraflı bozdu ve bunun üzerine İsrail’e saldırmazlık sözünü kaldıran Yemenli Husilere karşı ABD hava saldırıları düzenlenmesini sağladı. Trump, Gazze’deki katliamla dalga geçse ve Yemen üzerinden İran’ı sert bir dille tehdit etse de pek çok somut sebepten ötürü, zaten ciddi bir krizle boğuşan Amerika’ya fazlasıyla pahalıya mal olacak savaştan kaçınmak istiyor.
Açıklanan JFK Dosyaları
İşte belki de bu yüzden Trump, daha önce Epstein skandalı belgelerinde sansürlediği İsrail ve Mossad’ı, bu kez açıkladığı John F. Kennedy suikastı belgelerinde esirgemedi. Belgelerin açıklanması da İsrail’in İran, Irak ve Yemen’e saldırı başlatma baskısı ile aynı ana denk geldi. Bu bir rastlantıdan çok bilinçli bir tercihe benziyor.
Yıllardır üzerinde spekülasyonlar yapılan Kennedy suikastıyla ilgili 1123 belge, ABD Ulusal Arşiv ve Kayıtlar İdaresinin internet sitesinden halkın erişimine açıldı. 1123 belge yaklaşık 80 bin sayfadan oluşuyor. İlk izlenimlere göre belgeler, Kennedy’nin yardımcısı Lyndon Johnson’un da bilgisi dahilinde çok gizli bir CIA operasyonu kapsamında öldürüldüğü iddialarını destekliyor. Ayrıca dönemin CIA “Karşı İstihbarat Direktörü” James Angleton’un İsrailli meslektaşları ile bu suikast içinde rol oynadığı da anlaşılıyor.
Angleton daha sonra FBI’a gönderilecek olan dosyalardan İsrail ile ilgili tüm kısımları çıkarmış. CIA bu suikast sonrası Kennedy’nin Küba’daki başarısızlığı yüzünden mafya ile ortak bir operasyonla öldürüldüğü yalanını yaysa da asıl fail, Kennedy’nin ısrarla nükleer güç olmasında kırmızı ışık yaktığı İsrail idi. Dimona reaktörü, Ocak 1961'de başkanlığı devralmasından sadece iki ay önce keşfedilmişti ve Kennedy, İsrail'in nükleer özlemleri konusunda zaten derin endişe duyuyordu (ayrıntılar için Ulusal Güvenlik Arşivi Elektronik Brifing Kitabı No. 547'deki “Kennedy, Dimona ve Nükleer Yayılma Sorunu: 1961-1962”ye bakın). Bu erken endişeler, Mayıs 1961 ortasında Dimona'ya yapılan ilk Amerikan teftiş ziyaretine ve ardından Kennedy ile İsrail Başbakanı David Ben-Gurion arasında 30 Mayıs'ta gerçekleşen yüz yüze görüşmeye yol açtı. Nükleer konu, Kennedy ile İsrail Dışişleri Bakanı Golda Meir arasındaki Aralık 1962 sonlarında yapılan görüşmede de ele alındı. Ben-Gurion, Kennedy'ye İsrail'in nükleer programının barışçıl amaçlı olduğuna dair açık bir güvence verdi ve Meir, İsrail'in nükleer silah geliştirme yolunda olmadığı konusunda ısrar etti.
1963'ün başlarında Amerikan endişeleri yeniden su yüzüne çıktı. Ocak ayında Kennedy, Dimona'nın nükleer silah potansiyelini vurgulayan yeni bir Ulusal İstihbarat Tahmini (NIE) aldı. Dimona kompleksinin o yılın ilerleyen zamanlarında faaliyete geçmesinin muhtemel olduğunu belirtti. NIE'ye göre, Dimona tam güçte çalışmaya başladığında, İsrail yılda bir veya iki silah için yeterli plütonyum üretme yolunda olabilir. Haftalar sonra, Mart ortasında, Ulusal Tahminler Ofisi Müdürü Sherman Kent, İsrail'in nükleer silah edinmesinin bölgesel ve küresel düzeyde ABD için olumsuz sonuçlarına işaret eden bir istihbarat tahmini imzaladı. Kennedy, 25 Mart'ta İsrail nükleer programını görüşmek üzere CIA Müdürü John McCone ile bir araya geldi ve kısa bir süre sonra Ulusal Güvenlik Danışmanı McGeorge Bundy'den hem İsrail nükleer programına hem de Mısır'ın "gelişmiş silah programlarına" yönelik ABD istihbarat toplama yeteneklerini güçlendirmesini istedi. Ertesi gün Bundy, Dışişleri, Savunma ve CIA'ya "Orta Doğu'nun Nükleer Yeteneklerini" incelemeleri için resmi bir direktif olan Ulusal Güvenlik Eylem Muhtırası (NSAM) 231'i yayınladı.
Nisan ayının başlarında Kennedy ve danışmanları Dimona hakkındaki endişelerini sessiz ama olumlu bir politika talebine dönüştürdüler: İsrail'in Dimona'ya yönelik düzenli iki yılda bir ABD teftişlerini (veya daha diplomatik dilde "ziyaretleri") kabul etmesi konusunda ısrar ettiler. Kennedy başlangıçta baskıyı diplomatik mesajlar aracılığıyla uyguladı. 2 Nisan'da İsrail Büyükelçisi Walworth Barbour, Ben-Gurion'a ABD'nin altı ayda bir Amerikan ziyaretleri talebini sundu; iki gün sonra İsrail Büyükelçisi Avraham Harman benzer bir mesaj için Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı.
Ben-Gurion'un, Barbour ile bir sonraki görüşmesinde Kennedy'nin Dimona'ya yönelik talebine yanıt vermesi bekleniyordu, ancak kararlı bir ABD başkanıyla doğrudan bir hesaplaşmaya hazır değildi. Kennedy'nin altı ayda bir ziyaret etme hedefini de kabul etmeye hazır değildi. Kennedy ayrıca İsrailli lobi kuruluşlarının ABD’de “yabancı Ajan” olarak tanınarak faaliyetlerini de kısıtlamıştı. “Cui Bono” sorusunu sorduğumuzda, suikastten en çok yararlananın Dimona Nükleer tesisini ABD’den çalınan bilgi ve materyalle kuran İsrail olduğu ortaya çıkar. İsrail’in AIPAC isimli lobi kuruluşu da bu suikastten sonra tüm kısıtlamalardan kurtulmuş ve bugün Kongre ve Senatao’daki her siyasetçiyi rüşvete bağlayacak derin bir güç haline gelmişti. Netanyahu’yu ABD Kongresi’nde ayakta 3 dakika boyunca alkışlayanlar Kennedy suikasti sayesinde bunu yapıyordu.
İşte Trump’ın açıkladığı belgeler İsrail’in suikastteki rolünü ortaya çıkarma yönünde önemli bir kilometre taşı teşkil ediyor ve bu da Trump’ın İsrail’in adeta kölesi olduğu görüşünü sarsıyor. Ukrayna savaşındaki tutumuyla Trump’a dolaylı destek veren ünlü Amerikalı Profesör Jeffrey Sachs, bir röportajında aynen şunları söylüyor: "Netanyahu 21. yüzyılın en büyük, en felaket başkanıdır, 20 yıl boyunca Amerikan dış politikasını yönetti ve bize trilyonlarca dolara mal oldu. İsrail, ABD'yi sanki kendi ordusu gibi kullanıyor ve aslında da öyle." Amerika’nın en ünlü tarihçilerinden (bugün 92 yaşında ve 50 kitabı var) Martin Sandler’in de John Kennedy’nin Mektupları kitabında Kennedy’yi Mossad’ın öldürdüğünü yazdığını da hatırlatalım.
Trump’ın gizliliğini kaldırdığı JFK belgelerini bu açıdan okumakta yarar var.