Tarih tekerrürden ibaret denir; aynen tekrar etmesi asla mümkün olmasa da tarihsel döngüler bazen birbirinin taklidi nitelikler sergiliyor.
Üzerinde duracağım tarihsel benzerlik; feodal toplum ve üretim ilişkilerinin usandırdığı geniş halk kitlerinin katılımıyla oluşan kaotik süreci takiben feodalizmin beşiğinden başlayarak tüm Avrupa’da siyasi dönüşüme yol açan Fransız Devrimi ile, vahşi kapitalizmin usandırdığı milletlerin, içi boşaltılan demokrasiyi yeniden tanımlama ve dönüştürme gerekliliğini derinden yaşayarak içinden geçiyor olduğu sancılı dönüşüm süreci. Onsekizinci yüzyılda sömürgeci ülkelerdeki başkaldırının Avrupa’da yol açtığı yeniden aydınlanma (Rönesans) benzeri bir sürecin, bugün belki de, ve benzer biçimde sancılı olarak, küresel vahşi kapitalizmin merkezi ABD’den başlaması şaşırtıcı olmaz.
Elbette yeni ABD Başkanı Trump tam da mevcut sistemin mükemmel bir ürünü, ancak siyasi şantaj malzemesi için adeta kurumsallaştırılan sapkınlıkların ve görünüşte savunma ve insani yardım amacı güden, ama gerçekte küresel güç savaşlarına alet edilen uluslararası kurumların üstüne gitmesi bile küresel boyutta büyük fayda yaratabilir. İki kez suikast girişimi ve ilerleyen yaşı nedeniyle olgunlaştığı ve ardında olumlu bir hikaye bırakma niyeti izlenimleri kimilerinde böyle bir değişime cesaret edebileceği ümidini doğurmuş görünüyor.
İkinci yeniden aydınlanma neden gerekli ve nasıl olur ?
Kalıcı toplumsal ve siyasi devrimler; geniş halk kitlelerinin mevcut sistem içinde karşılanmadan büyüyen ve değişen ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde ortaya çıkan büyük dönüşümlerdir. Halkın kendini temsil edecek yöneticileri seçimi olarak bilinen demokrasinin, kurum ve mekanizmaları ve ulus devletlerin oluşumu ile birlikte 20. yüzyılda yaygınlaşmasını; endüstri devrimlerinin yol açtığı süreçte zenginleşen orta sınıfın artan hak arayışları ve değişen üretim ilişkilerinden ayırmak mümkün olmadığı gibi, bugün dünyanın içinden geçtiği değişim süreci de teknolojik gelişimlerin iktisadi ve toplumsal etkilerinden ve aşırı tekelleşmiş sermaye ortaklarının güç savaşlarından bağımsız düşünülemez.
Semayenin; medyayı, akademiyi ve siyaseti büyük oranda kontrolüne almış olduğu bir dünyada artarak tekelleşen mülkiyet; sürdürülebilirliği için kendine ortak çıkabilecek orta sınıfı, gerçek insanlık meseleleri dışında konulara ustalıkla angaje ederken, sömürüye karşı çıkabilecek emekçi kitlelerin elinden de tüm hak arama fırsatlarını almak için elinden geleni ardına koymuyor. Hızlı tüketim, kavramsal karmaşalar ve kimlik oyunları ve olmazsa olmaz teknolojik ürünler ile toplumlar oyalanrken, nitelikli eğitim ve sağlık gibi temel kamu hizmetlerine bile erişemeyen geniş bir toplumsal kesim ise atıl, ve adeta patlamaya hazır bir kitle haline getiriliyor. Ancak işte tam da bu durum, baskıcı yöntem ve önlemlerin de giderek artışına yol açıyor ki işte orada ipin ucu kaçıyor; düzeni korumak için kurulan mekanizmalar düzenin kendisini de tehdide dönüşüyor.
Dünyanın bugünkü halini; gelişmekte olan ülkelerin kaynaklarını göreli üstünlükler masalıyla sömürüp akıllı beyinlerini de kendi gelişimleri için ithal eden “gelişmiş” ülkelerin; ihraç ettikleri “demokratik” yöntemlerin ürünü olarak göç eden milyonları ise, kara para aklama ve suç makinalarına dönüştüren bir düzen olarak betimlemek mümkün. Bu resim elbette gerçek üretim ve istihdam karşılığı olmayan kontrolsüz finansal genişlemeyle büyüyen aşırı refah eşitsizlikleri ile elele. İşte bu durum, gelişmekte olan ülkeler kadar, açık ve örtülü sömürgeci ülkelerinde de artık sürdürülemez etkiler ve tepkiler yaratmış durumda.
Amerikalılar Trump’ı sadece artan enflasyona tepkilerinden dolayı seçmedi. Amerikan halkı; İran-Irak Savaşından, özellikle de ABD güçlerinin bölgeye gönderilmesini haklı göstermek için kullanılan kitle imha silahı yalanının ortaya çıkmasından beri, askerlerinin Orta Doğuda bulunmasından ve vergilerinin uzak bölgelerde savaş finansmanı için kullanılmasından bıkmış durumda. ABD’nin “savunma” harcaması 2024’teki toplam devlet harcamasının %13’ü ile eğitim harcamasının neredeyse 3 katı! 21. yüzyılın başından beri yaşanan küresel krizler ve yükselen Çin ekonomisine karşı, ABD yönetiminin bir yandan endüstri ve ticaret politikaları ile korumacılığa yönelirken, diğer yandan da küresel hegomonyasını korumak üzere savaş endüstrisine verdiği artan ağırlık ile yola devam edemediği; siyaseten kutuplaşmış Amerikan toplumunda seçimi ciddi farkla kazanan Trump gerçeği ile ortaya çıktı. Trump böyle bir dönemde kaynakları içeride kullanıp Amerikan ekonomisi ve toplumuna yeni bir dinamizm mi getirir yoksa müesses nizama ve onun yaratıcı yıkımının dişlilerine mi yenilir, bu zamanla görülecek.
Türkiye ise literatürde kalkınmaya zararı açıkça ortaya konmuş olan kutuplaşmaları, hem ABD siyasetinin kötü bir kopyasına dönüştürülen siyasi yapılanmada hem de iktisadi ve toplumsal arenada son zamanlarda fazlasıyla gerçekleştirmiş durumda. Bunun yanı sıra, refahı nüfusun %1’inin kontrolünde tekelleştiren bir yapının sürdürülemezliği dünyanın en zengin ülkelerinden birinde bile açıkça ortada iken, bu modeli taklit etmenin orta ve uzun dönemde ne bu ülkeye ne de bu ülkeyi kutuplaştırarak ve geniş halk kitlelerini yoksunlaştırarak yönetmeyi seçenlere faydası olacak.
İçinde bulunduğumuz dönem; aşırı refah farklılıkları, siyasi kutuplaşma, ve demokrasinin artık halkın temsili olmaktan çıkmış bir sistem haline gelmesiyle ortaya çıkan değişim gereğinin yol açacağı büyük bir kurumsal dönüşüm zamanı. Dünyanın vahşi kapitalizmin öğütücü mekanizmalarından kurtulup insanı önceleyen sistemik ve kurumsal değişimlere yöneleceği bir süreçte doğru konuşlanmak üzere, milletin refahını (kamu eğitimini ve sağlığını) önceleyen bir devlet aklının kazanacağı; yanlış örnekleri taklit eden ve yıkılan küresel kapitalist düzene eklemlenmekten medet umanların ise kaybedeceği bir aşamadayız. Şansımız şu ki bizim tescilli bir kalkınma modelimiz var; o da ilk 15 yılında büyük başarısı kanıtlanmış olan Türkiye Cumhuriyet’inin Kuruluş İlkeleri.
Ulu Önder Atatürk’ü derin saygı özlemle anarken, eseri olan vatanın ve ulusun sonsuza dek koruyabilmek için Cumhuriyetçilik, Devletçilik, Devrimcilik, Halkçılık, Laiklik, Milliyetçilik ilkelerinin her birinin tartışmasız vazgeçilmezliğini benimsemiş bir siyasi dönüşümün umudunu da asla kaybetmemeliyiz.