Görüş

İktisadi Durum ve Kalkınma Potansiyeli

Kalkınma sürecinde krizlere dayanıklı bir yapı inşası, bütünsel bir sosyo-iktisadi yaklaşım gerektiriyor.

04/09/2023 | Bilin Neyaptı

İktisadi Durum ve Kalkınma Potansiyeli - ATASAM

Bu yazımda; Türkiye ekonomisinin bugününü, yarını hakkında öngörüler de geliştirebilmek açısından 21. yüzyıl başından bu ana kadarki tecrübelerimiz ışığında kısaca değerlendireceğim.

Ekonominin mevcut durumunu anlamak için, öncelikle bakılan göstergeler; vatandaşın günlük yaşamını en yakından etkileyen enflasyon ve işsizlik. 2023 itibarıyla (özellikle detay kalemleri açıklamayı bıraktıktan sonra yayınladığı istatistiklerin güvenilirliği daha çok sorgulanan TÜİK rakamlarına göre) tüketici enflasyon oranı %60’a yakın seyretmekte. Diğer ülkeler ile karşılaştırmasına bakılınca; Türkiye enflasyon oranlarında 2023 yılında dünyada ilk 10 ülke arasında.[1]

İşsizliğe gelince, dar tanımlı işsizlik oranı (son 4 haftadır iş arayıp bulamayan) yıllardır %10 civarında. Geniş tanımlı işsizlik ve genç işsizliği ise yüzde 20 civarı iken, istihdam oranı OECD ortalamasından 20 puan düşük ve sadece %50 civarında. Kısaca, yıllardır artmayan istihdam ve işgücüne katılım oranlarının yanısıra, emek piyasasındaki sorunlar; her 5 gençten ya da uzun dönemdir iş arayan ve bulamayan 5 kişiden birinin iş bulamaması olarak yansıyor. Dahası, sabit gelirlinin alım gücü her 6 ayda bir yüksek enflasyonla eriyor ve geçmiş enflasyon oranına göre yapılan ücret artışları, alım gücünün erimesine engel olmuyor. Emeğin toplam gelirden aldığı pay ise %35 civarında kalmış durumda.

Toplumsal refahı derinden etkileyen enflasyon ve işsizlik sorunlarının yüksekliği ile sürekliliği yakından bağlantılıdır. Doğru bir iktisadi politika çerçevesinde, bu oranların %5’den düşük ve fazla oynaklık göstermemesi beklenir. Doğal bir afet ya da siyasi kriz halinde ise, bu göstergelerde bir seferlik artış gözlemlenebilir ve çözümü de orta vadeye yayılabilir. Bu yüzyılın başından beri doğal afet ve krizlerin peş peşe gelişiyle artan büyüme, işsizlik ve enflasyon sorunları; küresel boyutta sistemsel sorgulamaları da gündeme getirdi. ABD kaynaklı 2008 finansal krizinin yol açtığı Küresel Resesyon, 2020-2021 Covid dönemi ve Ukrayna-Rus savaşının yol açtığı gıda, enerji ve diğer tedarik sorunları tüm ülkelerde hem enflasyonist hem de daraltıcı etkilere yol açtı. Krize çare olarak başvurulan büyük çaplı parasal genişleme (örneğin ABD’de M2 para stoğu 2008’den sonra 3 kat arttı) ise küresel enflasyonist eğilimi tetikledi. Bu küresel şoklara ek olarak, 2023 yılının Şubat ayında Türkiye, 11 ilimizi vuran büyük deprem afetiyle de sarsıldı.

Tüm bu olayların yarattığı iktisadi maliyetler ve çözümlerinin orta vadeye yayılacağı yadsınamaz. Aynı şekilde yadsınamaz olan ise; devlet kurumlarının rolünün, ekonominin krizlere dayanıklı kılınması yönünde uzun vadeyi gözeten politikalar uygulaması ve bu politikaları kurgulayacak kurumsal yapıları tasarlamak olduğudur. 1970’lerdeki küresel petrol krizlerini 1980’lerde takip eden erken liberalizasyon politikaları, erken sanayisizleşme sonucu artan dışa bağımlılığın doğurduğu kronik yüksek enflasyon ve kamu finansman sorunlarıyla ortaya çıkan 2001 yılındaki bankacılık krizi sonrası; Türkiye geniş çaplı kurumsal reformlar hayata geçirdi. Bu reformlar bankacılık ve rekabet alanında doğru ve önemli adımları içerse de, stratejik ve karlı kamu kurumlarının özelleştirilmesi açısından ekonomiye uzun vadede büyük zarar verecekti.

2002’de, IMF destekli reformlarla birlikte gerçekleşen iktidar değişikliği, 2008 küresel resesyonuna dek hızlanan finansallaşma sürecinden büyük destek aldı. Bu süreçte çok sayıda kamu varlığımız özelleştirilirken, artan kaynak bolluğu ve düşük enflasyon ile birlikte artan finansa erişim sonucu hanehalkı ve küçük işletmeler borçlanarak harcama yarışındaydı. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyasi gücünü pekiştiren 2002-2007 yıllarını iktisaden başarılı addetmenin büyük bir yanılsama olduğu, aynı dönemde tüm gelişmekte olan ülkelerin ortalamada daha yüksek oranda büyümüş olması ile anlaşılabilir. Nitekim bankacılık sektörünün küresel finansal krizin etkilerine karşı sağlam kalmasına rağmen, Türkiye ekonomisi 2008 dünyada en fazla küçülen 2. ülke olmuştur.

Tüm bu gelişmeler ışığında, bugün Türkiye ekonomisinde; 22 yıldır iktidarda olan ve tercihleri doğrultusundaki kurumsal reformları gerçekleştirmiş ve politikaları uygulamış olan bir siyasi parti döneminde görece gerçekleşmiş olması beklenen ekonomik istikrarı sergilemekten uzak bir durum gözlenmektedir. Yüksek enflasyon, işsizlik, dış ticaret ve bütçe açıkları, adaletsiz gelir ve refah dağılımı problemleri kurumlara güvesizlik ile de birleşince; bu sorunların çözümünün kısa vadeli para, maliye ve hatta gelir politikalarıyla çözülemeyeceği açıktır.

Cumhuriyetimizin ilk 15 yılındaki eğitim, sanayi, demiryolları ve toplumsal alanlarda yapılan büyük atılımlar dışında, büyüme oranlarımızın ortalamada %4 civarı olup zaman içinde de büyük oranda oynaklık göstermesi; orta gelir tuzağından çıkmak için yetersiz bir performans sergilemektedir. Kalıcı olarak enflasyon ve işsizlik sorunlarının çözümü için dengeli ve gelişmiş ülkelere yakınsamayı sağlayacak oranlarda iktisadi büyümenin gerçekleşmesi; en azından 22 yıldır yapılanlardan farklı bir yaklaşım gerekliliğinin altını kalın çizgilerle çizmektedir. Küresel jeopolitikte kartların yeniden karıldığı; ticari, finansal hatta kültürel işbirliklerinin de buna paralel olarak yeniden tasarlanma sürecine girdiği bu dönemde kalkınma için yeni fırsatlar da doğmaktadır.

Kalkınma, iktisadi büyümenin ötesinde bir olgudur; istikrarlı (ve Türkiye gibi bir ülke için, yüksek gelirli ülkelere yakınsayana kadar %7-8 gibi yüksek oranlarda) büyümenin yanı sıra, artan refahın adil bölüşülerek toplumsal huzurun ve böylece artan sosyal sermayenin de tesisini ifade eder. Sosyal sermayenin kalkınma etkisi; bir yönüyle, toplumsal birliğin üretimde verimliliğe yansıması şeklindedir. İktisadi literatürde, ülkeler arası gelir farklılıklarının büyük bir kısmı salt beşeri (nitelikli eğitimle verimliliği artan emek) ve fiziki sermaye ile açıklanamazken, aradaki farkın da sosyal sermaye ile açıklanması olasıdır. [2] Türkiye’nin sosyal sermayesinin; özelleştirilen eğitim, planlı ve verimli olmayan üretim ve adil olmayan gelir ve refah dağılımı yüzünden ciddi oranda tahrip olduğu bir gerçektir.

Türkiye için kalkınma; 100 yıl önceki yıkım sonrası nasıl mümkün olduysa, bugün de mümkündür. 85 milyon içinde, vatanını ve milletini seven ve ülke kalkınması için her alanda Cumhuriyet’in büyük kazanımlarıyla edinilmiş uzmanlıklarını fedakarca sunacak insanlar, bunu gerçekleştirme potansiyeline fazlasıyla sahiptir. Kalkınma patikasına tekrar girme gereğimiz ile, mevcut siyasi yapının buna elvermiyor oluşu ikilemini çözmek temel sorundur. Ancak bu sorunun çözümü ile; örgün nitelikli kamu eğitimi, adil bölüşüm ve tam bağımsızlık için yüksek katma değerli üretimi gerçekleştirmenin yolu açılabilecektir.

[1] Türkiye’den fazla enflasyon oranlarına sahip ülkeler: Venezuela, Lübnan, Suriye, Arjantin, Zimbabve, Sudan ve Surinam !
[2] https://www.nber.org/papers/w10828.