Son zamanlarda uluslararası ilişkiler giderek kaotik bir hal almaya başladı. Kimi zaman sıcak çatışmalar, kimi zamansa teknoloji savaşları şeklinde tezahür eden kaotik ortam büyük bir değişimin de göstergesi. Bu aslında, doksanların başında da görüldüğü üzere, eski sistem yapı bozuma uğrarken geçiş dönemlerinde sıkça görülen bir durum. Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan tek kutuplu sistemin miadını doldurması ve eskisini ikame edecek yeni düzenin doğum sancıları mevcut karışıklıkların ana nedeni. Ancak içinden geçtiğimiz süreci benzersiz kılan başka yapısal dinamikler de var.
Dünya iktisadi sisteminde eskiye nazaran güç dengesinin Avrupa-Atlantik’ten Asya-Pasifik’e kaydığı yadsınamaz bir gerçek. Öyle ki, Batı’nın üç yüzyıldır devam eden teknoloji üretim tekeli bile Asya ülkelerince artık kırılmış durumda. Çin’in yanında Tayvan ve Güney Kore gibi ülkelerin yaptığı atılımlar göz kamaştırıyor. Çin’den farklı olarak bu ülkelerin ABD ile olan siyasi yakınlığı ise durumu bambaşka noktalara taşıyor. Aynı zamanda bir Pasifik kıyıdaşı olan ABD, kendisine karşı en büyük meydan okumanın Çin’den gelebileceğini görüyor ve küresel rakip olarak bu ülkeyi hedefliyor. Kendi açısından bunda haksız da sayılmaz. Zira askeri, iktisadi ve jeopolitik parametrelerin tümü sözkonusu olduğunda bir zamanların hegemonu ABD ile sadece Çin her alanda boy ölçüşebilir. Nitekim büyük ve işlevsel bir ekonomiye sahip olan AB askeri bir cüceyken, kaydadeğer askeri gücünün yanı sıra devasa bir coğrafyanın avantajına sahip olan Rusya iktisaden zayıf.
Biri cari dolar fiyatıyla, diğeri Satın Alma Gücü Paritesi hesabıyla dünyanın en büyük ekonomisi olan ABD ile Çin arasında giderek kızışan rekabetin odak noktasında şimdilik ticaret ve teknoloji yer alıyor. Trump dönemiyle başlayan ve ABD’nin Çin’e karşı verdiği yüz milyarlarca dolarlık dış ticaret açığını kapatmayı amaçlayan ek gümrük tarifeleri Biden yönetiminde artarak devam ediyor. Tek kutuplu düzende finans kapitale ağırlık veren ve imalat sanayini ‘dünyanın atelyesi’ Çin’e kaptırma pişmanlığı yaşayan ABD, gidişatı terse çevirmek için ticarette korumacılığı yükselen bir değer haline getiriyor. Yeniden sanayileşme amacı doğrultusunda, özellikle yarı iletkenler/çip gibi güncel teknolojilerde yatırım çekmek için teşvikler uyguluyor. Bu tür politikalar elbette, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere birçok ülke için sanayisizleşme anlamına geliyor. Örneğin ucuz hammadde girişini kaybeden Alman kimya devi BASF ve Güney Kore’li Samsung Texas’a, Tayvan’ın ünlü çip üreticisi TSMC ise Arizona’ya yatırımlarını kaydırıyor. Pekin elbette boş durmuyor ve bazen sürpriz denilebilecek hızda, beş nanometrelik yongalardan işletim sistemlerine kadar kendi geliştirdiği son teknoloji ürünlerini piyasaya sunabiliyor. Elektrikli araçlar, yenilenebilir enerji ve telekomünikasyon alanlarında liderliği ele geçiren Çinli firmalar, yapay zekadan uzay araştırmalarına kadar dijital çağın her alanında Amerikalı muadilleriyle yarışabiliyor. Halihazırda petro-dolar sisteminin sarsılması ve yuanın uluslararasılaşması gibi olgular rekabetin emtia ve mali akımlar boyutunu oluşturuyor. Ayrıca ABD merkezli Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası örgütlere karşılık, Çin’in başını çektiği Asya Altyapı Yatırım Bankası ile BRICS Yeni Kalkınma Bankası gibi kuruluşlar kapitalist sistemin farklı modelleriyle çift merkezli olduğunu teyit ediyor.
Askeri alanda ise farklı aktörlerin farklı ölçekte yetenek geliştirdiği görülüyor. Konvansiyonel kuvvetler ve nükleer başlık sayısı ile orantılı birinci/ikinci vuruş yeteneği gibi kavramların yanında, şimdilerde yeni nesil hava silah sistemleri öne çıkıyor. Yapılan savunma harcamalarının büyüklüğünden ziyade, bazı yakıcı silah türlerinde üretimin sürdürülebilirliği ve yeni nesil teknolojilerin sahada uygulanabilirliği giderek daha önemli hale geliyor. Bu kapsamda, son yıllardaki belki de en dikkat çekici gelişme hipersonik füzelerde görülüyor. Hatta bu füzelerin yaygınlaşmasıyla birlikte denizaşırı güç intikalinde uçak gemilerinin eski önemini yitireceği yorumları dahi yapılıyor. Bu alanda ‘Dongfeng’ sistemleriyle Çin başı çekip bazı temel füze teknolojilerini çeşitli ülkelere de aktarırken, Rusya kendi hipersonik füzeleriyle önemli bir iddia ortaya koyuyor. ABD ise aradaki farkı kapatmaya çalışıyor. Hava savunma ve SİHA sistemleri de ülkelerin kıyasıya yarıştığı başka bir alan olarak beliriyor. Aşırı maliyetli taarruz uçakları yerine maliyeti çok daha düşük ama etkin SİHA unsurlarının günümüz çatışmalarında daha işlevsel olduğu kabul ediliyor.
ABD ile Çin doğrudan çatışmamakla birlikte, taraflar farklı bölgelerdeki ihtilaflarda dolaylı olarak karşı karşıya geliyor. Ukrayna’ya yoğun ABD yardımına karşın Moskova Çin’in önemli mali desteğini arkasına alırken, ABD’nin İsrail’e açık desteğinin karşısında Çin’in İran ve vekil güçleri üzerinden Filistin’i kolladığı biliniyor. Bu savaşlar bölgesel jeopolitiğin ötesinde uluslararası ticaret yollarını bile etkileyecek ölçekte küresel sonuç yaratabiliyor. Nitekim İsrail’in Gazze katliamına karşılık Kızıl Deniz’in ilk defa İran destekli Husilerce kapatılması yukarıda bahsedilen füze teknolojileri ve ilgili büyük güçlerin çıkarlarından bağımsız gözükmüyor. Bu savaşlar birer öncül olarak değerlendirilirse, dünyanın ABD ile Çin arasında Pasifik’teki nihai kapışmaya doğru adım adım ilerlediğini ifade etmek gerçekçi gözüküyor. Kapışma illa doğrudan askeri bir çatışma demek değildir. Ayrıca altı çizilmesi gereken başka bir husus da her gelişmenin sadece iki devin çıkarlarına göre şekillenmediği, başka devletlerin de Soğuk Savaş çift kutupluluğundan farklı olarak gidişata yön verebilecek derecede önemli aktörler haline geldiğidir. Zaten bu da yenilenen dünya sisteminin özgün karakteridir.
Toparlayacak olursak, dünyada ABD’nin tek başına at sürdüğü dönem kapandı ve geçiş sürecinde bölgesel çatışmaların yaygınlaşmasıyla uluslararası ilişkiler giderek kaotik bir hal aldı. Büyük güç rekabeti yeni norm oldu. Tek kutuplu sistem yerine ABD ile Çin’in tüm güç unsurlarında başat oldukları, bazı bölgesel ya da bölgeüstü diyebileceğimiz güçlerin bunların ardında sıralandıkları ve diğer ülkelerin de buna göre konum aldıkları çok denklemli yeni bir uluslararası düzen gelişmektedir. Bu düzeni, çift merkezli kapitalist sistem içinde jeopolitik çok kutupluluk olarak tanımlamak bizce yanıltıcı olmayacaktır. Eski deneyimlerden farklı olarak bu düzende, bir kamp içerisindeki en büyük gücün diğerlerini kontrol etmesini sağlayan kalıcı ittifaklar yerine dönemsel işbirliklerinin ön plana çıkması muhtemeldir. 2025 sonrasında tamamlanma evresine geçecek bu yeni düzende, Türkiye’nin de jeopolitik konumunu değişen şartlara göre yeniden ele alması zorunlu gözükmektedir.