1980’lerden itibaren dünya ekonomisine hakim olan küreselleşme eğilimi, bölgesel ticaret anlaşmalarını dışlamış değildi; ve aslında iki eğilim el ele yürüdü. 1993’de, hazırlıkları 40 yıl önce başlayan Avrupa Birliği (AB); 1991’de Latin Amerika Ortak Pazarı (Mercosur); 1992’de Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örğütü (KEİÖ) ve Güney Afrika Kalkınma Topluluğu (SADC) ve 1994’de Kuzey Amerika serbest ticaret anlaşması (NAFTA) bölgesel anlaşmalar olarak öne çıkanlardan.
Türkiye de AB ile 1996’da uygulamaya konan Gümrük Birliği Anlaşması imzaladı. Anlaşma; tarım, hizmetler, Türkiye menşeli endüstriyel ve kömür ve çelik ürünlerini dışlarken, Türkiye’nin AB'nin üçüncü ülkelere uyguladığı tarifelere de uyumunu içermekte. AB’nin yanı sıra, Türkiye’nin 20'yi aşkın ülke (Birleşik Krallık, İsrail, Mısır, Suriye, Şili de dahil olmak üzere) ile de serbest ticaret anlaşması (STA) mevcut.
Özellikle 2007 krizi, 2020 Covid-19 pandemisi ile büyüyen ve Rusya-Ukrayna savaşı ile keskinleşen tek kutupludan çok kutuplu dünyaya evrilme eğilimleri, hem iktisadi hem jeopolitik stratejiler bakımından bölgesel ticaret ilişkilerini de derinden etkiledi. DTÖ’ye göre, 2008 sonrası STA sayısı iki katına çıktı ve 2023 yılında 360’ı aştı.
STAların refaha katkısı potansiyel olarak artı ya da eksi olabilir. Olası faydalar; verimlilik, büyüyen pazar sayesinde artan üretim, küresel olarak üretim faktörlerinin getirilerinin dengelenmesi, gelir artışı ve tüketimde çeşitlilik ve artış şeklinde olabilir. Kalkınmakta olan bir ülke için ise, kotalar ya da tarifelerle korunma durumunda gelişebilecek stratejik endüstrilerin; STA durumunda kendisinden daha gelişmiş bir ülke karşısında rekabet edememesi ve, göreli üstünlükler nedeniyle, düşük katma değerli ve çeşitliliği kısıtlı üretim modeline kitlenerek dışa bağımlı hale gelmesine de yol açabilir. Ancak benzer gelişme düzeyinde olan ve farklı ürünler arz eden ülkeler arasında yapılan STAların, dengeli büyüme ve kalkınma çabalarını genişleyen pazarlarla akılcı ve planlı şekilde desteklemeleri açısından büyük önemi de yadsınamaz. Kazan-kazan formülü dengeli ticaret hadleri ile mümkün olabilir.
Bu gelişmeler ışığında, BRICS[1] (2006’da liderlerin ilk buluşmasından 2011’de Güney Afrika Cumhuriyeti’nin de katılımına dek: BRICs) grubunun bu seneki zirvesinde BAE, Etiyopya, İran, Mısır ve Suudi Arabistan’ı da içerecek şekilde genişleme yönünde karar alındı.[2] Bu yeni katılımlarla BRICS+ ülkelerinin dünya nüfus payının %41’den %46’ya, toplam ihracat payının %20’den %23’e, daha da önemlisi, petrol üretiminin %43’e yükselmesi öngörülmekte. Buna karşın, uluslararası döviz işlemlerinin önemli bir kısmı hala dolar cinsinden yapılıyor.
BRICS+ ülkeleri bir iktisadi ya da siyasi birlik oluşturmamakla beraber, esas olarak aralarında ikili STA uygulamaları yaptıkları ve SWIFT kullanımı yerine de ikili ticarette takas ve yerel para birimleri uygulamalarına geçme eğiliminde oldukları biliniyor. Halihazırda Çin (CIPS), Hindistan (SFMS), Rusya (SPFS) ve Brezilya (Pix) alternatif ödeme sistemleri kullanmaya başlamış bulunuyor ve ortak bir para birimi tasarımı üzerinde de çalışmalar yürütüyorlar.
BRICS ülkeleri kişi başı gelir açısından Hindistan dışında (diğerlerinin sadece %20-25’i kadar) oldukça birbirine (ve Türkiye’ye de) yakın. Ancak BRICS+ ülkelerinin yakın zamanda AB gibi bir iktisadi birlik oluşturmaları coğrafi ve jeopolitik sebeplerle pek olası görünmüyor. Karşılaştırmalı üstünlükler açısından, Çin diğerlerinden teknolojik gelişimi nedeniyle daha ileride görünmekte. Grup üyelerinin birbirleriyle ilişkileri de faklı çelişkiler içermekte. Örneğin, Hindistan Çin ile iktisadi güç rekabeti içinde ve Kuşak-Yol alternatifi olan IMEC projesinde ABD ile işbirliği konusu da kapsamlı ve formel iktisadi işbirliği olasılığını zayıflatıyor. Diğer taraftan, Suudi Arabistan ve İran’ın Çin arabuluculuğu ile aynı grupta yer alışı jeopolitik dengeler açısından ve yükselen Doğu fikrini destekler yönde önemli bir gelişme.
BRICS+ ülkelerinin ortaklaştığı Yeni Kalkınma Bankası (NDB), halihazırda Bretton-Woods kurumlarının yerine geçebilecek finansal ölçekten oldukça uzak. En azından bu açıdan, üye ülkelerin dış borç seviyelerinin yüksek olmaması ve bu ülkeler arası yapılan STAlar ile yükselme eğiliminin önüne geçilmesi gibi koşulların yanı sıra, ülke bütçelerinin ahlaki çöküş (moral-hazard) riski taşımaması için kurumsal önlemlerin alınması gerekliliği, BRICS+’nın geleceği için önemli.
Bazen yükselen, bazen kırılgan ülkeler arasında anılan Türkiye’nin BRICS toplantısına ve BRICS+’ya katılmama nedeni açık değil. Türkiye kişi başı gelir olarak BRICs’le benzeşiyor. Ancak BRICs’in GSYH içinde ticaret payı %50 civarı iken 2015 sonrası Türkiye’de bu oran %80’e varmış durumda ve en fazla cari açık verdiği ülkeler de Çin ve Rusya. Türkiye’nin bu ülkelerle ticaretini geliştirmesinin önündeki engellerin aşılmaya çalışması bu nedenle büyük önem arz etmekte.
Tüm bu gelişmelere paralel bir başka olgu da paranın dijitalleşmesi. BRICS+ gibi ticaret anlaşmalarının Dolarsızlaşması konusu dijitalleşme olgusu ile birebir olmasa da yakından bağlantılı. Öncelikle, küresel para stoğunun %90lara varan kısmı zaten günümüzde kredi kartları ve elektronik ödemeler üzerinden yapılmakta. Bunun ötesinde, Doların tek güvenli liman olma özelliğini kaybetme eğilimi; hem karşılaştığı finansal krizler, hem Çin’in dünyanın imalat merkezi haline gelişi ve hem de enflasyonun, birkaç ülke dışında, küresel olarak benzer eğilimlere girmesiyle birlikte artmakta. ABD’ninküresel petrol ve buğday arzında önemli yer tutan Rusya’ya yaptırımları da Dolarsızlaşma eğilimine hız verdi Tüm bu faktörler, zaten büyük oranda dijitalleşen finansal ve ticari işlemlerin Dolarsızlaşmasına katkıda bulunmaya devam edecek görünüyor.