Görüş

AB RÜYASININ SONU: GERÇEKLİKTEN KOPUŞ

Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları AB rüyasının sona ermekte olduğunun en açık işaretini veriyor

12/06/2024 | Barış Hasan

AB RÜYASININ SONU: GERÇEKLİKTEN KOPUŞ - ATASAM

Avrupa’nın gidişatını yakından takip edenler için aslında pek sürpriz olmayan, fakat çoğu kimse için sürpriz olan Avrupa Parlamentosu (AP) seçim sonuçları aslında küresel çatırdamanın Avrupa kıtasındaki izdüşümünü yansıtıyor. Özellikle, Avrupa Birliği (AB)’nin iki çekirdek ülkesi Fransa ve Almanya’daki sonuçlar, daha doğru bir ifadeyle bu ülke halklarının siyasal elitlere verdikleri güçlü mesaj Avrupa’daki değişimin sadece bir zaman meselesi olduğunu gösterdi.

Burada değişimden kasıt AB’nin çöküşüdür. Bu çöküş er yada geç gerçekleşecektir, o sebeple ne zaman gerçekleşeceği konusunda tahminde bulunmak anlamsızdır. Bunun yerine, Kıta Avrupası’ndaki dönüşümün itici gücü olmaya aday olduğu bu seçim sonuçlarıyla tescillenmiş siyasi hareketleri bu noktaya taşıyan dönemeçleri analiz etmekte daha büyük fayda var.

Son on yılda Avrupa’yı biraz olsun gören, Avrupa siyaseti üzerine kafa yoran herhangi bir kişinin 1) Avrupalı siyasi elitlerin Avrupa’yı nasıl ABD’nin vasalı haline getirdiklerini, 2) cinsiyet, iklim, çok kültürlülük, kimlik siyasetlerinin içerisinde boğularak nasıl toplumsal ve siyasal gerçekliklerden koptuklarını ve en önemlisi de 3) ABD’nin kıta üzerindeki mutlak hegemonyasına iradelerini teslim ederek ülkelerinin ekonomilerini nasıl kurban ettiklerini fark etmemesi mümkün değildi. İşte, Avrupa’nın gerçeklikten kopuşu ve AB’nin çöküş süreci bu üç halkanın tarih zincirine eklemlenmesi sonucu ortaya çıktı. Dünyada çoğu insan bu kopuş ve çöküşün, ana akım küresel medyanın müthiş beyin yıkamaları sayesinde farkında değildi. AP seçim sonuçları dünya kamuoyunda bu farkındalığı sağladı.

Biraz daha açalım. Birincisi, Avrupa’nın ABD’nin vasalına dönüşmesi ile neyi kastediyoruz? ‘Avrupa entegrasyonu’ denilen şey aslında Brüksel’deki atanmış bürokrasi (Komisyon) vasıtasıyla Avrupa’daki ulus devletlerin ABD’nin çıkarları yönünde kontrol edilmesi için son derece iyi kurulmuş bir mekanizmanın siyasi literatüre sokulmuş adıydı (birçok kişi bunu daha yeni yeni idrak ediyor). Yetmiş yıllık bir hikaye olan bu ‘Avrupa entegrasyonu’ üye ülkelerdeki siyasal iktidarların meşruiyetlerini Brüksel’deki Komisyon aracılığıyla ABD’ye teslim etmeleri anlamına gelmekteydi ki, vasallık işte budur. Bu vasallık ilişkisi Komisyon’un ve birçok AB ülkesi hükümetlerinin Ukrayna savaşında ABD’nin en küçük bir talebine (emrine) dahi kayıtsız şartsız evet demelerini açıklar.

İkincisi, Avrupa’daki merkez siyaset toplumsal ve iktisadi sorunlardan neredeyse tamamen koparak cinsiyet ve çok kültürlülük tartışmalarının, bunun yanı sıra mikro kimlik siyasetlerinin içerisine o kadar hapsoldu ki, bu neo-liberal politikalar ve uygulamaları Avrupa’nın yüzlerce yıllık bedel ödemelerin sonucunda oluşmuş düzenini yıkıma uğrattı. Bir başka ifadeyle, özgürlük anlatılarıyla kutsallaştırılan neo-liberalizm Avrupa’nın kuyusunu kazdı ve çöküşünü hazırladı. Bu bağlamda, düzensiz göçlerin ortaya çıkardığı derin kültürel farklılıkların ürettiği çatışmalar; sığınmacıların sığındıkları ülkeye entegrasyonlarının sağlanması yerine sığındıkları ülkeyi bir takım çağdışı zihniyetlerle işgal ediyor yada teslim alıyor görüntüsü vermelerine müsaade göstermeler Avrupa’nın sosyolojik gerçeklikleriyle hiçbir zaman uyuşmamıştı ve uyuşması da mümkün değildi. Sonunda, çok kültürlülük adı altında Avrupa toplumlarına bunlara tölerans göstermeleri yönündeki neo-liberal dayatmanın sürdürülebilir olmadığı gerçeğiyle yüzleşildi.

Üçüncüsü, ABD’nin Avrupa üzerindeki hegemonyasına direnecek güçlerini çoktan kaybetmiş olan Avrupalı siyasi elitler 2008 krizinden bu yana sarsılan ekonomilerini toparlayacak zemini yaratamadılar. Devam eden küresel kırılganlıklar, Ukrayna’daki savaş ve ABD’nin Avrupa’yı Rusya’dan koparma stratejisinin Avrupa sanayiine vurduğu darbeler Avrupa’nın sınai üretimindeki maliyetleri, gerek temel ihtiyaç mallarının gerekse de dayanıklı tüketim mallarının ve teknolojik ürünlerin üretim maliyetlerini o kadar yükseltti ki, sonucunda enflasyonist bir ortam, küreselde rekabet edemezlik, durağanlık ve hatta ekonomik küçülmeler ortaya çıktı. En nihayetinde Avrupa’da, salt küresel finans aktörlerinin ve büyük çok uluslu şirketlerin çıkarlarının gözetildiği, emeğin alım gücünün kayda değer ölçüde gerilediği ve bu noktada sosyal ve ekonomik adaleti sağlaması gereken devletlerin küresel güç haline gelen çok uluslu yapıların emrine girdiği çarpık bir iktisadi düzen oluştu.

İşte, AP seçim sonuçları bu çarpıklığa Avrupa halklarının gösterdiği reaksiyondur. Burada dikkat çekici olan nokta, bu çarpık iktisadi düzenin altında ezilmeye başlayan toplumun tepkisini ve taleplerini Avrupa solunun yerine milliyetçi sağ tandanslı partilerin oya dönüştürmesidir. Bunun nedeni basittir: Avrupa’da sol ekonomik sorunlardan ve sınıfsal mücadelelerden tamamen koptuğu ve cinsiyet, kimlik, kültür, iklim tartışmalarının içerisinde tarihsel rolünü terkettiği için bu boşluğu milliyetçi partiler doldurmuştur. Bu sebeple, Fransa’da Le Pen’in Ulusal Seferberlik (RN) partisi %32 oy alarak birinci parti oldu, Almanya’da da Almanya İçin Alternatif (AfD) iktidardaki Sosyal Demokrat-Yeşil-Liberal koalisyonu geçerek ikinci parti oldu, ulusal sol çizgideki Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) ciddi bir sıçrama kaydetti. Görülüyor ki, ortalama Avrupa vatandaşları Avrupa’nın sonu gelmeyen çatışmalara doğrudan müdahil olmasından, enflasyondan ve düşen refahtan, neo-liberalizmin cinsiyet ve kimlik dayatmalarından, plansız göçün yarattığı sosyo-kütürel çatışmalardan ve ABD’nin küresel politikalarından bıkmış durumdalar ve bunu iyi kavrayan milliyetçi partilere teveccüh gösteriyorlar.

Bu sonuçlar, Avrupa’nın gelecekteki siyasi manzarasında ekonomi, göç ve güvenlik politikalarını derinden etkileyecek önemli bir değişime işaret ediyor. Avrupa’da bir dalgaya dönüşen milliyetçi eğiliminin aynı zamanda Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde de bir değişimi tetiklemesi muhtemeldir ki, ABD’deki son anketler Trump’ın özellikle son mahkumiyet kararından sonra Biden’ın önünde olduğunu gösteriyor. ABD’de Trump’ın yeniden başkanlık koltuğuna oturması durumunda, Fransa’da 2027’ye kalmadan Le Pen’in cumhurbaşkanı olması ve Almanya’da AfD’nin iktidar olması artık ciddi bir senaryoya dönüşmüş durumda. Seçim sonuçları ve bu senaryonun gerçekleşme olasılığının güçlenmesi, AB rüyasının sona gelmekte olduğunun en açık işaretini veriyor ve tarihin gidişatı (savaşla bir müddet sekteye uğrayabilir) Fransa’da Le Pen'in, Almanya’da AfD’nin el ele AB’yi dağıtacağını gösteriyor!